İSD 1943. ASLINDA VAR MI?

Yakın tarihi yazmak uzak tarihi yazmaktan daha zor olmalı, tuhaf ama öyle.

Uzak tarihi, ortada sözlü kaynak veya tanık kalmadığı için boşluklar içinde bırakabilir veya speküle edebilirsiniz. Yakın tarihte ise ciddi problem var. Tanıklar çoğu zaman hayatta ama ne tanıklıkları sağlam ne de yaşadıkları kişisel rekabet veya kavgalar nedeniyle güvenilir.

Örneğin Nevzat Süer. İyi biri miydi, kötü mü? Türk satrancının babası mı yoksa fazla önemsenmiş bir karakter mi? Bunu steril olarak ortaya koymak zor, zira yakın tarihe ait.

Dönemin adamları çoğunlukla hayatta, kimi konuşmuyor, kim hatırlamıyor kimi değerlendirecek yeterlilikte değil. Fatih Atakişi’ye sorsanız size hiç bilmediğinizi bir yönünü anlatabilir mesela.

Süer’le kişisel tanışıklığım var, çok sınırlı ama var. Zaten bizim neslin içinden gelip de Süer’e dokunmayan daha doğrusu Süer’in dokunmadığı kimse yoktur muhtemelen.

1982’de ortaokul öğrencisiyken, Cumhuriyet Gazetesinin yazışmalı satranç gruplarında birine girdim, gruba soyadı Süer olan bir rakip düştü (akraba değillermiş, isim benzerliği). O yıllarda kartpostalla ve gayet ağır aksak oynadığım bu turnuva sırasında bir soru sormam gerekti ve Süer’e mektup yazdım. Bir orta okul öğrencisi için şaşılacak ve önemsenecek bir şey oldu, Süer bana karşı bir mektup ile cevap verdi ve kuralı izah etti.

Bundan biz zaman sonra, 1986’yı 1987’ye bağlayan bir Aralık akşamında, henüz üniversite bir öğrencisi iken, Meşrutiyet Caddesi üzerindeki derneğe gittim. İSD’ye. Galiba bundan 2 sene sonra, Ağa Camiinin sokağına, Hacı Abdullah’ın üzerine taşınacaktı.

Kenet Sitesinden sonra yaşadığım hayal kırıklığı anlatılamazdı, oldukça pis ve uzun bir koridor, en dipte nispeten büyük bir salonda (turnuvalar burada yapılırdı), Kahraman Tovim diye biri ve aşırı kirli bir hava.

Turhan Yılmaz ile Feridun Öney beş dakika oynuyordu aklımda kaldığı kadarıyla ve dışarıdan hamle önerenlere karşı serttiler. Adnan Şendur’u da hatırlar gibiyim. Ama Süer’i tereddüt etmeden tanımıştım.

Kısaca konuştuk, yazışmalı grubundan bahsettim, muhtemelen hatırlamadı ama nazik davrandı, Süer Satranç dergisine abone olup olmadığımı sordu. Tesadüf derginin müdavimlerinden biriydim, basit de bir sebebim vardı, o yıllarda başka kaynak yoktu.

Bugün dergi diyoruz ama aslında düzensiz bir bültendi bu. Yine de kutsal bir amaca hizmet ediyordu, dönemin taşrası ile İstanbul’u satranç üzerinden bağlıyordu; Bursa’dan, Adana’dan, Samsun’dan turnuva haberleri paylaşılabiliyordu. Ayrıca bugün için bile Türkiye’nin tek yazılı hafızası.

Derneğin Ağa Camiinin olduğu sokaktaki hali bundan da kötüydü, herhalde 3.kattaydı, merdivenlerden çıkarken ciddi bir sidik kokusunu kat etmeniz lazımdı; sıvası dökülmüş boş binada (ikinci katta Türk filmleri yapan bir stüdyo vardı hayal meyal) akşam binayı terk ederken ürpermemek zordu.

Dernek bakımsızdı, Türkçesi pisti. İlhan ağbinin ve yarı aristokrat İzmirlilerin (Arbil, Onat, Üniversite hocaları, Gümrükçüoğlu, Bilyap) elinin üstünde olduğu Kenet Sitesi gibi değildi; arka odalarında at yarışı bültenlerinin uçuştuğu, kumar oynandığı, yarı batak bir mekandı.

İlhan ağbi sertti, özellikle yeni nesle ve acemi oyunculara. Ama onun münzeviliği sorgusuz bir temizliği kendi habitatında sağlıyordu. Kenet Sitesindeki dernek Alsancak’taydı, Kıbrıs Şehitlerinde, sosyeteye 150 metre. Kimse kitaplıktan kitap alamazdı, açılış ansiklopedisine bakamazdı, hiç değilse Şinasi beyin ön izni alınmalıydı. Kumar oynamak mı? Vatikan’da, Sistina Şapel’inde daha kolaydı.

İSD’de sanırım 7-8 küçük turnuvaya katıldım öğrenciliğimde, çoğu İstanbul Birinciliği seçmeleri. Koşulları zordu, soğuk, gürültü, dönemin kaba ortamı, dar masalar, pis hava. Satranç oynamaktan çok hayatta kalma safarisi gibiydi.

Yine de İSD bir hub-pointti. Satrancın bir anlamda temerküz merkezi. 1930’ların Gotham’ı gibi. Türk Satrancının o, kirli, kaba, estetiksiz ama vazgeçilmez fiksiyon şehriydi.

CAFE DE LA REGENCE HAYALETLERİ

Kaybolan yazılarımdan birinde uzun uzadıya anlatmıştım. Dünya üzerinde de hayatta kalabilmeyi başarabilmiş ikonik bir satranç mekanı neredeyse yok.

Bugünlere gelebilse, Paris’teki Café de la Régence gelirdi. Neticede içinde Marks’ın, Engels’in, Einstein’in, Paul Morphy’nin hayaletinin dolaştığı mekandı. O mekan bugün Fas’a çöl turu yapan bir turizm acentesi.

Bu yılbaşında oradaydım, düzenli türbe ziyareti aksatmayan kötü dindarlar gibi yine etrafında döndüm ve fotoğrafladım. Aşağıda görebilirsiniz, Fas Turizm Acentesi tüm görkemi ile orada. Sosyal Devlet olmanın kitabını yazan Fransa’da bile satrancın Pantheon’una sahip çıkılmamış.

1877’de açılan Manhattan Satranç Kulübü de milenyum başında kapanmış, Kasım’da New York’a gittim, belki de görmek isteyeceğim en önemli yerdi. Ama yoktu.

İSD’ye dönersek. Acaba anlatıldığı kadarını hak edecek bir anıt mı? Yoksa itiraf etmeye cesaret edemediğimiz kadar sıradan, hatta çirkin bir mekan mı?

Bir anıtsal yapının her zaman hikayesi vardır. Anıtsal kelimesinin karşılığını da o verir. İçindeki esas hikaye ile, o hikayenin aktörleri, figüranları ile. Bir mekan anıtsal ise, o mekanda, geçmişin hayaletlerinin dolaşması lazım.

Mekanlar kişilerle ve bir tarihsel olayla özdeştir. Café de la Régence, Morphy ve onun meşhur simültanesidir örneğin. Marks ve Engels’in tarihi buluşma anıdır.

Manhattan Chess Club, Capablanca’dır (orada öldü) ya da Fischer’dir (orada başladı).

Moskova Satranç Kulübü Karpov ve Kasparov’dur, hatta dünya elitleridir (aşağıdaki fotoğraf, 1958).

Bizde zaman, mekan ve kişi üçlemesi her zaman kadük kalıyor. Kemal Tahir’in evini hangimiz biliyor? Dini yapılar istisna, tarihe iade ettiğimiz anıtsal mekanlarımız yok.

İSD 1943 kiminle özdeşleşiyor örneğin?

Nevzat Süer mi? Hayır, Süer’in özdeşleştiği mecra ya kendi dergisi ya da Cumhuriyet Gazetesi.

İlhan Onat, İzmir. Kahraman Olgaç, Adana.

Selim Palavan? Onun da aidiyeti İstanbul Teknik Üniversitesi. Demir Büyüközkaya? Tarihi bir kişi olmaması bir yana adı, çoktan unutulmuş bir kahvehane ile kaim olabilir en fazla (Beşiktaş’taydı sanırım).

İSD’yi bir kişi ile özdeştirecek olsak, garip ama, sahip olacağımız tek bir şahsiyet var:

Vatan ağbi. Derneğin kutsal çaycısı.

Yaptığı işi küçümsemek veya konuyu sulandırmak için söylemiyorum ama doğrusu bu. Bir çaycının veya çayhane işletmecisinin tek başına bir derneğin tarihsel yüzü olması başlı başına tarihsizliğin tescili.

Oysa kuruluşundan teknik iflasına kadar kabaca geçen 80 yılda, buradan çıkan ve iz bırakacak hiç değilse birkaç silüet olmalıydı. Oysa elimizde ne bir turnuva ne bir vaka ne bir silinmiş yüz var.

İSD bu yüzden belki de “olmayana övgü”.

OLMAYANA ÖVGÜ

Gülünç ama o devirde Kadıköy’de başka bir satranç merkezi daha vardı, asla İSD olamamış bir mekan. Yine de kendisi ile özdeşleşen net bir isme sahipti: Sertaç Dalkıran.

Sonradan çocuk tacizine kadar düştü ama SGM, Sertaç Dalkıran’dı . İSD’nin aslında “Vatan Ağbi” kulübü olması gibi.

Böylece, dönüp dolaştığımız total Türk satranç evreninde çok kısa süreli ve içe kapalı İzmir Satranç Derneği dışında sahnede var olmuş tek bir yapı vardı: İstanbul Satranç Derneği. Ama bu mekanın, zamana bir armağanı olmamış. Ortaya çıkardığı bir star, sansasyon, eser yok.

Kuruluşu dünya savaşı yıllarına kadar gitmesine rağmen kendisine ait sabit bir mekanı bile olamamış. Hacı Abdullah Lokantasının üstü veya Şişli’de Caminin arkasında bir yerlerde, küflü mekanlarda kiracı kalmış. 80 yıl yönetilip de kendisine 100 metrekare edinememesi bile yıllarca nasıl rezil yönetildiğinin ispatı değil mi?

Derneğin olmayan mekanında dolaşan bir hayalet yok. Dünya satrancına hediye ettiği bir yetenek yok (Suat Atalık dernekle özdeşleşen, derneğin yarattığı bir star değildi).

Elbette bir oturuşta kimsenin Botvinnik, Geller, Polugaevsky umut ettiği yok ama yüzyıla yakın bir kesitte hiçbir tarihsel okazyon da olmaması tuhaf. 80 yılda tek bir milletlerarası açık turnuvaya ad verseydi?

San Fransisco Mechanics Institute (ki hala ayaktadır) Kasparov dışında bütün dünya şampiyonlarının ziyaret ettiği bir dernek olmakla övünür. Bunun tarihçesini de şeffaf olarak paylaşırlar.

Lasker iki kere ziyaret etmiş, 1902’de simültanede 2 parti kaybetmiş, güçlü amatör Lovegor ve diğeri İskoçya’lı Manson’a olmak üzere. 1800’lerden bu yana bu atraksiyonların tümü hamleleri ile dernekte kayıtlıdır (aynı Lovegrove 1924’te Alekhine’e kaybediyor örneğin ve onun da notasyonu var).

Reshevsky ve Marshall’ın 1920’lerdeki partilerinden bahsedebiliriz rahatlıkla. Gelmişler, kayıt altına alınmış, bugüne ulaşmış. Öyle ki Reshevsky’nin doğum tarihinin tartışmalı olması nedeniyle 21 Haziran 1921’de verdiği simültaneyi 10 yaşında mi 12 yaşında mı verdiği tartışılmış, bu tartışma da düşülmüş kayıtlarına.

İSD hiçbir zaman tarih yaratmadı. Geçimini zor sağlayan bir taksi şoförünün ne kadar renkli bir hayatı varsa o kadar renkliydi. Müdavimleri ile İSD hakkında oturup konuşmaya kalksanız çok şey anlatırlar ama Frenklerin “something for nothing” dediklerinden, aslında çok da bir şey yoktur. Maslak’tan Sarıyer’e taksi ile giderken tükenen sohbetler gibi.

Özetle derneğin hafızasızlığının sebebi iyi tutulmayan veya kaybolmuş kayıtlar değil. Anlatacak bir şeyi olmaması. Çok zorlayınca hiç önemi olmayan bir turnuvada Muhittin ağbinin Kale At fedası, Adnan Şendur ile Ateş beyin bitmeyen partileri çıkabilir en fazla. Bu dokümanter değeri olan bir şey mi? Değil kuşkusuz.

ÖLDÜĞÜ HALDE NEDEN GÖMÜLMÜYOR?

Sorulması gerekeni sorma cesareti olmadığı için teşhis yapamama hali içindeyiz.

Dernek neden el değiştirdi?

Çünkü borca batıktı. Teknik iflastı.

Peki niye batıktı?

Bir işletme, ticaret şirketi, holding veya dernek neden batabilirse ondan. Çok basit iki ilkesel sebeple: Yönetim çapsızlığı veya suiistimal.

Peki İSD 1943 el değiştirmesine rağmen biz bunu niye öğrenemiyoruz?

Bir önceki yönetim hakkında, bir zarar ziyan tespiti veya davası açıldı mı acaba? En azından Dernekler Masasına ihbar edildi mi?

“Hadi canım” dediğinizi duyar gibiyim.

Neticede Türk satrancı 41 kişi bile olmayan bir cemaat ve bu alemde işler profesyonel düzlemde değil “ağbimiz – ablamız” feodalitesinde yürüyor.

Yoksa profesyonel işletmeyi bırakın, 5-A sınıf başkanının değişiminde bile önceki dönemin zarar ziyan tablosu ilan edilir, 5-A öğrencileri bundan sonra tedrisata neden kendisi gibi müflis bir alışveriş merkezinin deposunda devam edecek, dürüstçe o izah olunurdu.

Peki hipotetik olarak tıpkı batkın bir işletmenin (batkın bir derneğin) kurtarılması da mümkün müdür?

Eşzamanlı olarak birçok şartın bir araya gelmesi ile evet. Ama bu, çok çok fazla “eğer” içeriyor ve Türkiye realitesi, özellikle de Türkiye Satranç Sirki, bu kadar ‘eğer’ içeren şart kiplerini kaldırmıyor maalesef.

İnsan kaynağınızın olması lazım mesela.

Türk satrancında insan kaynağı var sanılıyor ama yok. Olsa, 30 yıllık dernek, çayhane idaresi üzerinden yürümezdi. Önce bu öz eleştiri lazım.

İki. Derneğinizin kültürel miras olup olmadığını somutlaştırmanız lazım. Oysa Şendur-Ülker yıldırım partileri ne üst ne de alt kültüre ait bir değer. Ortada bir değerler manzumesi yok.

Dünya tarafından genel kabul görmüş bir mazi olmaması gibi. Tal’i veya Botvinnik’i mi ağırladık burada? Interzonal mi organize ettik? Spassky seminer mi verdi?

Kaldı ki 21.yüzılda ve dijital dönüşümde geçmişe övgü de bir yere kadar. Yetseydi, Manhattan, Paris veya Havana, bu propaganda ile ayakta dururdu.

Şartlı cümlelerin sonuna, Türk siyasetinin satrançtan hazzetmediğini de ekleyebilirsiniz rahatlıkla. Satranca kaynak ya da sermaye tahsisi Türkiye’de zaten imkansız. Velev ki kaynak yarattınız, tepede bekleyen asalaklara kanalize edileceğinden eminiz değil mi? Limra Otel orada!

Kaldı ki böyle bir zenginlik Avrupa’da yok, ABD’de hiç yok. Elbette sosyal hukuk devleti olsaydık iyiydi ama böyle bir masal dünyasında da zaten o derneği hayatında iki koyun gütmemiş adamlara teslim etmezlerdi.

Siyasetin Gülkız Tulay’ı Satranç Federasyonu Başkanı yaptığı bir ülke bu. Hanımefendinin satranç üzerine tek başarısı, dünya tarihinde satranç bilmeyen tek Satranç Federasyonu Başkanı olabilmesi. Benim hafta sonu Vatikan’da, sopa yemeden ayin idare etmem kadar gerçekçi.

FIDE’nin falanca ülkedeki toplantısına, birinin ellerine yapışarak gitmek zorunda olan bir başkan, çünkü yabancı dil de bilmiyor. Network’ü yok. Akademik kariyeri, bildiğimiz bir mesleği, uzmanlığı yok. Falan ülkedeki FIDE Kongresi bir yana, İstanbul Levent’te taksiye yalnız binse, kaybolma riski var.

İnsan kaynağı, altı ile üstü ile bu.

Kaldı ki İSD kurtarılırsa ne olacak sorusu da olanca ağırlığı ile duruyor. Şenol ağbi, rutubetli bir odasında eskisi gibi altılı ganyan mı yapacak?

Tüm bunlara dijital dönüşümü, yeni neslin e-spor varken satranca ilgi duymasının imkansız olması gibi sosyolojik gerekçeleri de ekleyelim.

Yemeğin baharatı olarak da geçmişinde hiçbir yöneticilik deneyimi olmayan çoluk çocuğun, ele tutuşarak batmış bir ölüyü diriltme romantizminin, en fazla 12 ay sonra acı gerçekle yüz yüze geleceğini ve hayatın, iki koyun gütmeyi bilmeyenlere de maalesef çok acımasız olacağı gerçeğini ekleyelim.

TARİHİN SONU

Ölüyle aynı evde yaşanmaz. İlaçlasanız da dezenfekte etseniz de bir süre sonra kokudan kaçamaz hale gelirsiniz.

Evet, İSD 1943’te bir şeyler hep yaşandı, mutlaka eğlenceli günleri oldu. Şendur – Ülker partileri belki neşeliydi; buradan çıkartılmak istenen hikaye bana çok sıkıcı gelse de.

Vatan ağbinin biten bir partinin arkasından gösterdiği Vezir fedalı bitiriş de muhtemelen harikaydı. Ama o kadar. İSD 1943, ne Moskova’ydı ne Paris’ti ne de Manhattan.

Tıpkı satrançta olduğu gibi, burada da “Tarihin Sonu” geldi. Satrancın ölümü gibi. İSD ondan önce öldü.

Hayatta kalsa, “Café de la Régence” kalırdı. Morphy veya Karl Marks’ın hayaletleri kurtaramadı onu turizm acentesi olmaktan.

Değil ki İSD 1943’ü, romantizmin en sefili kurtarsın.

Ufuk Sezekkaplan
(info@sezekkaplan.com)

Yorum bırakın