GECEKONDU!

Bargteheide, Hamburg’a 40 kilometre güneyde, 13.000 nüfuslu bir yerleşim yeri.

Nüfus olarak bakıldığında kasaba gibi, yaşam kalitesi olarak Nişantaşı veya Alsancak’tan 100 yıl ileride.

Burada bir turnuvaya katılma fikri yazın tatildeyken geldi (tatil yapmanın böyle faydaları var).

Türkiye’de bir turnuvaya katılmanın pratik zorlukları malum. Bunların başında koca ülkede turnuva olmaması gibi özel bir durum geliyor (Gülkız hanımın “turnuva olmazsa satrancı ne kadar güzel yönetirim” ilkesi gereğince).

Hadi turnuva buldunuz, hilesizini bulmanız lazım.

Ona da denk geldiniz, birinci dünya savaşı koşullarında, hacetinizi nereye yapacağınızın muamma olduğu ortamlara girmek var.

Yıllar önce katıldığım Kartal’da bir turnuvada konteynerden tuvalet yapmışlardı, artık dorse miydi hatırlamıyorum ama ucu bir kamyona bağlı olsaydı güzel mavra olurdu. Kartal’da turnuva diye giriyorsunuz, e5’te Harem çıkışında bir yerlerde sizi yola bırakıyorlar 😊.

Ortam kalitesi bakımından da genellikle önünüzde hep iki seçenek oluyor:

İlki, AVM’de, fast food katında, Burger King’ten gelen “Pelinsu’nun menüsü hazır, yanında kutu kola” sesleri arasında 30 dakika oynamak -ki bunu klasik turnuva diye yutturuyor bizim leşkerler-.

İkincisi ise falan beyin akademisinde çalıştırıcı, idareci, içerik üreticisi, arbiter, instructor (Allah ne verdiyse) Yetenekli Mr. Melih’in hakem olduğu turnuvada, özel ders verdiği öğrencilerine hamle fısıldamayacağını ümit ederek, saf saf oynayacağınız şenlikler.

İnsanlar normalle çok uzun süre muhatap olmayınca, anormalliğin bir yaşam biçimi olduğuna ikna oluyorlar.

Bu gerçek, AKP iktidarının sosyoloji bilimine armağanı. Bugün yaşı 20-30 arasındaki nesil, normal denilen yaşamın, Ortadoğu kasabasında yaşanan bu biçimsiz hayat olduğunu sanıyor ve başka türlüsünü kafasında var edemiyor.

Oysa burada sokağa sıçma özgürlüğü varken, Hammoor kasabasında ağacı bırakın, ağaç dalı kesmek yasak.

Satranç da böyle. Bünye anormale öyle alıştırıldı ki turnuva açılışında elini tahtaya sokan görgüsüzlerin olmadığı, hilenin fısıldanmadığı; kahve ikramının yapıldığı, saygılı bir ortamda yarışmak rüya bile değil.

Şimdi gelelim Bargteheide’ye:

İNSAN YERİNE KONULMAK

Turnuva kayıtları Ağustos ortasında açıldı. Katılım sınırı 45 kişi idi ve 45 kişi ile oynandı. Almanların “yazılanı yapmak” gibi tuhaf huyları var. Öyle 1,000 kişi geldi, 800’ü çocuktu gibi hacim kompleksleri de yok.

Ben ilk sıralarda başvurdum, başvurum anında web sitesinde göründü ve chessresults sitesine yansıtıldı.

Akabinde turnuva ücretimi ödedim ve turnuva direktörünü bir e-posta ile bilgilendirdim. Aynı gün karşı bir e-posta ile turnuva kabulüm bildirildi.

Eylül ayında turnuva ile ilgili 2 güncelleme e-postası aldım.

En son, turnuvanın başlamasına 3 gün kala, turnuva yerinin önünde pazar kurulacağı, araçla gelenlerin park edemeyebilecekleri ama istasyon civarındaki otoparkları kullanabilecekleri yine bir e-posta ile bildirildi (Bargteheide’da otoparklar ücretli değil bu arada).

Son yazdığım bizim standartlara fazlasıyla aykırı, farkındayım.

İstanbul, turnuva yeri, otopark, ücretsiz otopark, katılımcılara e-posta ile bildirim gibi kavramları aynı cümlede kullanacak adama Napolyon Kazım muamelesi yapıp, müsekkini basarlar bizim ülkede.

Turnuva günü erken gittim, 15:00 civarı, ilk tur 18:00’deydi, gençler takımları yerleştiriyordu. Kaydımı teyit ettim, biraz sohbet ettim ve ilk turu bekledim.

İlk tur öncesi sadece 15 dakika kala kurallar anlatıldı. Sonra tam 18:00’de tur başladı. O kadar!

Tüm masalar yüksek kaliteli ahşap takım, herkesin isimliği turdan 2 saat önce masalardaydı, masa aralıkları en az bir metreydi. Özetle fazlası ile insan yerine konuluyorduk.

İnanmayanlar için (ki haklılar) resimleri de aşağıya serpiştiriyorum:

Tur başladığında sadece Hakem ve turnuva direktörü salondaydı.

Turnuva açılışında kimse Kuzey Almanya Holstein Eyaletinin satranca verdiği önemi falan anlatmadı. Görgüsüz veliler yoktu. Çocuk şımarıklığı olmadığı gibi.

Bargteheide Kaymakamı, zevcesi hanımefendi, Hammoor ilçesi Kuyumcular Kooperatifi Başkanı da yoktu. Sporcu başına iki çalıştırıcı, üç hakem ve dört suflör olmadığı gibi.

Su, çay ve kahve ikramı ücretsiz yapıldı, isteyene de cüzi ücretle ev yapımı soğuk sandviç, kek, meşrubat verildi. Turnuva salonun altında bir analiz odası vardı ve burada her tur rakiplerimle parti analizi yapabildim.

Fazla insancıl olması biraz da korkutucu, itiraf edin!

Olması gereken şımarık çocukların taşları birbirlerine fırlatması, velilerin “küçük Leonardo’ların neden kazanamadığının” hesabını sorması, helalardan amonyağa karışmış kurutulmuş balık kokuları (Stockfish evet), asbest kokan plastik turnuva takımları arasında üçüncü dünya safarisi çünkü.

Anladık burası Türkiye kabul ama.

Saatinde başlayan, çıt çıkmayan, geniş masada kahve içerek, rakibine nezaketle hürmet ettiğin ortam niye yok ve hiçbir zaman olmayacak? Bunca yıldır onlarca parlak fikir okuyorsunuz, bir Allah’ın kulu çıkıp da niçin “insani turnuva koşulları” üzerine tek kelime etmedi bu ülkede, hiç aklımıza geliyor mu?

Kalitesizlik bu kadar güzel mi dayatıldı bize ve zihnimiz bu vasatizm tarafından tamamen mi ele geçirildi?

5 tur süren turnuvada tek ihtilaf olmadı. Hakem çağırılmadı. Hatta ortalarda bir hakem var mıydı ondan bile emin değilim. Herkes saygılıydı, herkes sessizdi. Turnuvaya 10-15 yaş aralığında 5-6 çocuk katıldı, tümü ile sohbet imkanım oldu. Bisikletle gelip gittiler, bazı turlar 23:00’de bittiği halde veliler turnuva salonuna gelmedi.

Bireyin gelişmesi için mücadele etmesi kadar mücadele alanına gelecek yetiye sahip olması da arzulanıyor çünkü.

10 yaşında da olsan turnuvana yalnız gelirsin, bisikletini park edersin, arkadaşlarınla partini analiz edersin ve evine yalnız dönersin.

Bir amatör olarak turnuvam çok kötü geçti, iki mağlubiyet, iki berabere ve tek galibiyet.

Ama istisnasız herkesle çok saygılı bir iletişimim oldu. Kaybettiklerim dahil her partiden bir şeyler not aldım.

Satranç şüphesiz elit sporcuların büyük görsellikler sunduğu eşsiz bir dünya ama alt düzeyde de size vaat edilebilecek bir cennet var.

Yeter ki Türkiye cehenneminden uzaklaşabilme gücünüz olsun.

(Bu fasılda son olarak şunu söyleyeyim: Çok merak ettiğim için önceden hazırladığım bir soruyu orada sordum. Tahmin ettiğiniz gibi hiçbir katılımcı Alman Satranç Federasyonu Başkanının kim olduğunu bilmiyordu).

KÜBRA HANIM, ABLASI ve MAHALLENİN BIÇKINLARI

Şimdi gelelim, Türk Satrancındaki bitmek tükenmek bilmeyen arabeske. Bitmeyen gecekondu hikayesine.

Bir türlü büyümek bilmeyen küçük Kübra’nın Milli Takım bursunun kesildiğini geçen hafta herkes öğrendi.

Satranç Federasyonuna öyle büyük nefret var ki refleks olarak anlayan-anlamayan, on saniye nefes almadan bu hikayeye saldırdı.

Öyle ya, bir tarafta gecekondudan çıkmış dünyanın en büyük zorluklarına göğüs germiş (ama bu hikayesi de kabaca 30 yıldır bir türlü bitmeyen) bir anne, diğer yanda Sinderella’lara zulmeden üvey abla vardı.

Şablon olarak bakılınca pozisyon alınması çok kolay bir vaka. Her tembele lazım.

Şimdi söylemesi ayıptır, bu batakhanede Gülkız hanımla davalaşan tek fert ben olduğum için ve davamın ucu halen Anayasa Mahkemesinde olduğu için (evet kendisi ile Ceza Mahkemesinde başlayan ve Anayasa Mahkemesinde süren, kısmet olursa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde taçlanacak bir davam var, iki yazı sonra ayrıca kapsamlı aktaracağım), bu tür plastik mücadelelerden çok hazzettiğimi söylemeyeceğim.

Ülkede yazar sayısının okur sayısından fazla olması gibi, satranç alemindeki kaplan sayımız, tavşan sayısından fazla. Bir ara Ayvalık’tan Ankara’ya Gandi yürüyüşü yapacak aslanlar vardı, TSF kapısına falan kendisini zincirleyecekti.

Oysa bir vaka, siz beğenin veya beğenmeyin, kişilerden yani sübjektiviteden bağımsız analizi hak eder.

Hiç sevmeyebilirsiniz, hatta nefret edebilirisiniz ama bir vakada değerlendirmeyi, vaka üzerinden ve kişiden bağımsız yapmak zorundasınız.

Şimdi vakayı parçalarına bölerek bir analiz edelim.

NE BURSU?

Öncelikle bir burs kavramından bahsediliyor.

Peki burs ne demek?

Kelime anlamı olarak burs, bir kimsenin öğrenimini yapması ya da bilgi ve görgüsünü artırması, araştırmalarda bulunması için devlet ya da özel bir kuruluşça belli bir süre ödenen aylık.

Yani iki unsuru var. Öğrenim amaçlı olmalı. Belli süre ödenmeli.

Oysa Kübra hanım öğrenci değil. Meslek sahibi. Ortada bir öğrencilik yok.

Fazladan -kendi anlatımı ile- eşi de Satranç Federasyonunda çalışıyor. Yani aile TSF’den iki maaş alıyor.

(Bu arada Federasyon sanırım ülkenin dörtte birini istihdam ediyor. Akademi sahibi oyuncu, babası, ağabeyi, iş ortağı, eski hanım, yeni hanım derken maaile herkes orada).

Özetle burs kavramı burada yerine oturmuyor.  Bahsi geçen ücretlendirmenin teknik tanımı aslında “maaş”.

Hatta adını koyalım: Ömür boyu maaşa bağlanma.

Tabii bu maaşı aslında siz ödüyorsunuz. Çünkü farkında değiliz ama Devlet Kurumları harcamalarını Başkanlarının cebinden değil, halktan topladığı vergilerden, harçlardan yapıyor.

Yani siz lisans paranızı veya bakkala yoğurdun KDV’sini ödediğinizde bunlar Gülkız hanımın Kaymakam ziyareti, İl Sağlık Müdürü ziyareti, Aşkın bey ve arkadaşlarının Balkan ülkeleri turnesi olarak harcanıyor.

Şimdi öğreniyoruz ki Kübra hanımın ve eşinin maaşları da ödeniyor.

Benim ilke olarak buna da itirazım yok. Yeter ki bu kamu kaynağı kullanımının hukuksal ve reel karşılığı olsun.

Yani şunları bilmek kaydıyla!

MİLLİ TAKIM OYUNCUSU KİMDİR?

Milli takım oyuncusu kimdir, neden maaş alır?

Çünkü diğer sporlardan bildiğimiz kadarıyla, milli takıma seçilme kriteri nomination mantığında çalışır.

Takım sporlarında, ülkenin temsil edileceği kesitte kim en formda ise onlar çağırılır. Bireysel sporlarda seçme yapılır (şampiyona veya turnuva). Milli takım görevi süresince de -kamp, ön hazırlık dahil- ücretlendirme yapılır. Bunun prim olması veya o yarışmaya özgü “özel bir ücretlendirme” olması lazım.

Daha netini söyleyeyim: En son 4 sene önce milli takımda görev yapmış sporcuya, müebbet hapis mantığında düzenli maaş ödenmez.

(Futboldan kaba bir örnek: Arda Güler geçen sene milli takıma çağırıldı. Bu sene sakat, çağrılmadı. Geçen sene prim aldı, bu sene alamadı. Kimse Arda Güler’e sonsuz milli takım bursu vermiyor).

O halde burada anlamamız gereken şu:

Satranç Federasyonu, geçmişte görev yapmış her sporcuya, çalıştırıcıya, danışmana, Kör Milli Takımında antrenörlük yapan 1640 gücündeki torpilliye de maaş veya başka nam altında ödeme yaptı mı, yapıyor mu?

Ya da ters açıdan soralım:

Bu yazıyı okuyan okur.

Sen benzine, kitaba, peynire, yoğurda yaptığın harcamalardan kesilen vergiler ile 4 sene tek bir kayıtlı partisi olmayan bir kişiye maaş bağladığının farkında mısın?

Bu ödemeyi aslında çocuğunun eğitim giderinden keserek sen yapıyorsun. Bunu biliyor musun?

HANGİ MİLLİ TAKIM?

Şimdi Kübra hanımın milli takımda son yıllarda bir efor verdiği gelebilir (yukarıda dediğim gibi böyle bir efor varsa bu da ömür boyu maaşı değil, şampiyona bazında primi hak eder).

O halde bunu somutlaştıralım.

Kübra hanımın son 4 yıllık kayıtlı performansı şöyle:

——————————-

2023: 1 turnuva, 11 parti. Milli takım görevi değil. 11 turda galibiyet yok.

2022: Karbon kopya. 1 turnuva, 11 parti. Milli takım görevi değil. 7 galibiyet, 4 mağlubiyet var.

2021: 1 turnuva, 7 parti. Milli takım görevi değil. 6/7, oldukça başarılı ve mağlubiyet yok.

2020: 1 turnuva, 9 parti. Milli takım görevi değil. 6/9, 2 mağlubiyet var.

——————————-

Son 3 yılın turnuvalarının tamamı Türkiye’de, ikisi lig, biri Kadınlar Türkiye Birinciliği.

2020 pandemi dönemi olduğu için dışarıda tutabiliriz ama pandemi açlığından sonra 3 yılda sadece 3 turnuva oynamak, tek yurtdışı turnuvaya gitmemek, tek open turnuvaya katılmamak fikir veriyor.

Dünyanın hiçbir yerinde 3 yılda 29 gün mesai yaparak 36 ay maaş alamazsınız.

    Özetle, verilen burs ise kavramsal olarak yanlış.

    Verilen maaş ise, ortada en az 4 yıldır Milli takım yok. Unutmayalım 4 yıl önce Arda Turan Türk Futbol milli takımında oynuyordu.

    O yüzden Kübra hanım, kendi çorbası dışında hiçbir mücadelenin Jeanne d’Arc’ı değil değerli okur.

    Tramboline atlarken biraz daha dikkat!

    ALGILANAN VE LİNÇ

    Peki Satranç Federasyonu’nun 4 yıldır tek üretimi olmayan bir kişiye aralıksız ödediği maaşı kesmesi nasıl algılandı, niye sağlı sollu linçe sebep oldu? Algılanan nedir, bilmemiz gereken gerçek ne?

    Buna girmeden Federasyona bir seri sorum var. Her ne kadar size beş kuruş kazandırmıyorsam ve canım çektikçe Avrupa’da insan gibi turnuva yapılan yerlere gitme özgürlüğüm varsa da vergi veren bir vatandaş olarak soruyorum:

    1. Milli takımlarda maaşa bağlanan başka kimse var mı?
    2. TSF bugün itibariyle halktan topladığı gelirleri kaç kişiye maaş olarak ödüyor?
    3. En az 5 yıldır ülkede olmayan Ipatov’a maaş ödeniyor mu? Ödenmiyorsa ne zaman kesildi?
    4. Dragan Şolak’a maaş ödeniyor mu?
    5. Aralık 2019’da oynadığı 4 parti dışında 5 yıldır tek parti oynamayan, eşi işadamı olan kendisi de Robotik Kodlama Merkezi işleten Betül Kadıoğlu da bu ücretlendirmeden yararlanıyor mu?

    Konu ilk çıktığında dayatılan, Kübra hanımın hamile olduğu ve hamile olduğu için milli takımdan kovulduğu idi.

    Mevcut durumu bilmiyorum. Muhtemelen taraflar kapalı kapı arkasında anlaştı, arada mendil olarak kullanılan çocuklar bir sonraki kullanıma kadar geri dönüşüm kutusuna atıldı ve kayıkçı kavgası regüle edildi

    Benim algıladığım, bu vakada tüm olup bitenin aslında “bana ne, çıkmam ben Milli takımdan” haracıdır.

    Türkiye Şampiyonasına katılmayan, son senesinde sadece tek bir turnuvada bir galibiyet alamayan bir oyuncu zaten performans olarak da seçilemez. Bunu da özellikle konuşmak lazım ama biz her durumda zaten milli takıma seçilme kriterini bile bilmiyoruz. Kaynak kullanımını ise hiç bilmiyoruz.

    Bize hep aynı kompartmanda düşünmemiz şart koşuluyor. TSF kötüdür. Onunla kavga eden herkes iyidir.

    Niye beynimizi özgürleştirip basit soruları sormakta bu kadar zorlanıyoruz?

    Ipatov’a kaç yıl ne ücreti ödendi mesela? Karşılığında ne aldık? Kimi yetiştirdi?

    Misyonunu, hormonlu turnuva organizatörü olmaya çeviren Şolak’a ne verildi ve veriliyor?

    Dört senedir milli takımda tek parti oynamışlığı olmayan hanımefendiler, Ekaterina Atalık dahil olmak üzere, kaç seminer verdi, kaç sporcu yetiştirdi, kaç basılı yayın üretti, kaç genci antrene etti?

    Nedir Milli takımdan anlamamız gereken? Nedir ülkeye faydası?

    Sadece dört senede bir araya gelen, dokuz parti oynayan, tek bir alt yapı sporcusu yetiştirmemiş Sindrella’lar hangi hukuksal dayanağa bağlı olarak süresiz, ömür boyu maaş alabiliyorlar?

    İSYAN AMA NEYE?

    Bir de işin isyan boyutu var ve gerçekten de “isyan ahlakı” açısından bakılmayı hak ediyor.

    “Hamile annenin hakkı gasp ediliyor” olarak dayatılan bu kısa filmde anladığım, eşi ile Federasyondan maaş alan bir sporcunun aslında dört yıldır tek gün Milli Takım mesaisi olmadığı, buna rağmen, ömür boyu ücrete hak kazandığı.

    Bunun arka planında ise hep o bitmeyen gecekondu hikayesi ve İç Anadolu edebiyatı var.

    Oysa kavramsal olarak gecekondu, idealize edilmesi gereken bir kurum değil.

    1952’de ilk kez Zeytinburnu’nda çıkan ve sonra romantik Türk solu tarafından fazlasıyla yüceltilen ama nüvesi, kamu mülküne çökmek olan bir sosyolojik vaka.

    Türk solu kamudan (devletten) hep nefret etmiştir, haklı olduğu da savunulabilir ama gecekondu üzerinden ortaya çıkan realite pek öyle saf ve masum değil.

    Zeytinburnu, Gültepe ve Maslak’taki “kondu” sahipleri o yerleri plazalara dönüştürerek milyon dolarlık adamlar oldular. İşçi Partisine falan da oy atmıyorlar tahmin edebileceğiniz gibi.

    Türk sineması da küçük Hollywood gibi, bir sosyal olgu realiteye dönüştüğünde onu ticari olarak kullanır. Tarık Akan hatta Cüneyt Arkın bile bir dönem gecekonduyu, bir insani mücadelenin arka planı olarak kullandı. Gecekondu, Türk sinemasında hatta Türk romanında, bir idealizm olarak satıldı insanlara.

    Oysa -Kübra hanımdan bağımsız- gecekondu kötüdür. Sosyolojik olarak yanlıştır.

    Devletten mal çalıp,  palazlandırıp asıl sermayeye devretme üzerine kurulu uzun erimli bir müteahhitliktir; illegal bir “çök, işlet devret” mekanizmasıdır.

    Babanız 30 yıl ücretli çalışıp emekli tazminatı ile tamponu kırık otomobil alamazken, şehrin dışından gelen biri, paralı müteahhidin çökemeyeceği alanlara yerleşir.

    Bunun beş yılı polis ve bürokrasi kavga ile geçer. İlk seçimde af çıkar. Çökülen mülk legalize edilir ve en geç on yıl içinde Sarıyer sırtlarında iki villa karşılığında devşirebileceği anormal bir rant sağlar.

    Sadece doksanlı yıllarda Maslak’ta sayısız kondu sahibi bugün dolar milyoneri oldu.

    Ha bu arada tapusuz devlet arazisine çökmekle tapusuz satranç kaynaklarına çökmek özünde aynı. Arkasındaki gecekondu manzarasına çok da bağlanmayın.

    BU HİKAYEDEN NE ANLADIK?

    Türk satranç tarihinde, satranç yönetimi ile mücadele eden tek bir insan oldu: Suat Atalık.

    Plastik kavgaları boş verin. O kavgaların tümü “sen git ben geleyim kavgası”. İlkeler üzerine dönen bir mücadele hiçbir zaman olmadı ve halen yok.

    Bugünkü yaşanan da TSF yönetimini sıkıştırıp bir şeyler koparma ve kopardığını geri vermeme.

    Sanırım bunun en iyi farkında olan da Gülkız hanım. Sıkışınca ulufeyi vererek sinirleri yatıştırmayı biliyor çünkü. Ulufe de fakir ulufesi ha, Basın Yayın Komisyonu üyeliği veya İl Temsilciliği falan.

    Ama yine de tartışma, vergilerimizle, dört senede tek milli takım oyunu olmayan, tek sporcu yetiştirmemiş, tek seminer vermemiş, bir yayın hazırlamamış kişinin servetindeki eksilme / artma tartışması.

    Sert olduğunun farkındayım ama vakayı çözmek istiyorsanız bu gözle bakmak zorundasınız.

    “Hamile annenin maaşı kesildi” değil olan biten.

    Yıllardır kapısından geçmediğin kurumdan, ömür boyu maaş almayı hak görme ve bunu dayatabilme gücü.

    Finalinde de çoluk çocuğu kışkırtıp onların sırtından 3 günde başarabildiğin “bana ne, vermem ben maaşımı” pazarlığı. Dürüstçe söylemek gerekirse (kullanılan mendillere bakıldığında), kısa sürede muazzam başarı.

    Arkadaki koro yanıltmasın.

    Hiçbiri geçmişte Suat Atalık’ın en üst düzeyde olduğu yıllarda Türkiye’de satranç oynamasının yasaklanmasına tek kelime etmemiş, riyakar, kuru kalabalık.

    Gülkız hanımın falan komisyonda bir paye vermesine bakar pozisyon değiştirmeleri. Kimisine basın yayın, kimisine eğitim kurulu, kimisine tarih. Tezgahta o anda hangisi müsaitse.

    Bundan birkaç sene önce Emirhan Tarlabaşı’nın keyfi olarak milli takıma alınmamasına koca ülkede kafayı kaldıran da sadece bu satırları yazan olmuştu (sonrasında sağır dilsizi oynayan yayıncı kuruluştan yemediğimiz diskur kalmadı 😊). Maalesef Kübra hanım, Betül hanım, Ekaterina hanım veya Mustafa Yılmaz değildi sesi çıkaran.

    Şimdi olacağı da söyleyerek bağlayalım:

    Sinderella ile ablası barışacak. Fotoğraf verecekler, maaş geri gelecek.

    Şantaj sonuç verdi. Kullanılan kullanıldı, mendiller geri dönüşümlü çöp kutusuna atıldı.

    Gecekondu sömürüsü 1950’lerde olduğu gibi bugün de etkili ilaç olduğunu gösterdi.

    —————————————————–

    Ama tüm bu sıkıcı ve estetikten yoksun masal bir yana:

    Bargteheide gerçekti ve çok güzeldi. Yalansız dolansız, reel satranç vardı orada.

    Gecekondu masalı yoktu. Çünkü gecekondu yoktu.

    Ufuk Sezekkaplan
    (info@sezekkaplan.com)

    GECEKONDU!’ için 2 yanıt

    1. Mükemmel tespitler, gerçekten çok etkilendim. Türk satrancının geleceğine su serpen, ışık tutan açıklamalar. Gelecek 10-20 yılın Türk satrancı bu dar boğazdan kurtulmalıdır diye düşünüyorum. 40’lı yaşlardaki başta İstanbul olmak üzere özellikle izmirli, ankaralı, bursalı ve diğer yoğunluklu illerin satranç severlerin anlattığınız konularda hiç açıklama yapmamaları ne kadar tuhaf değil mi? Korkuları anlattığınız satırları arkasında gizlidir.

      Bu kadar kötü bir yönetimin karşısında yıllardır ses çıkartan isimlerin sayısı 3-4’ü geçmez. Değerli, yüzlerce satrançsever çok yakın arkadaşım var, kimsenin umrunda değil. Aynı günümüz Türkiye’nin içinde bulunduğu durum gibi.

      Umarım gençler kış uykusundan uyanırlar. Aksi takdirde pireler filleri yemeğe devam edecek.

      Bu satırlarda burada tarihe gömülecek, biliyorum ve Türk satrancının içinde bulunduğu durumdan dolayı utanıyorum.

      Sevgilerimle,
      Enis Bilyap

      Liked by 1 kişi

    2. Birçok kısımdan alıntı yapabilirim, özellikle şunları alıyorum:

      * İnsanlar normalle çok uzun süre muhatap olmayınca, anormalliğin bir yaşam biçimi olduğuna ikna oluyorlar.
      * Niye beynimizi özgürleştirip basit soruları sormakta bu kadar zorlanıyoruz?

      Yazmaya tekrar başladığınızı yeni farkettim. Teşekkürler.

      Beğen

    Yorum bırakın